Pek Yakında

İçimizdeki Sarmaşıklar 1. Bölüm

1.Bölüm

Memleketimizin taşı toprağı altındır. Gezilip görülesi yerler, ders çıkarılası tarih kokan birer hazinedir. Her bir köşesinde ayrı bir cennet yatar ama bizim buralar, Karadeniz, bir başka güzeldir. Karın ilk taneleri düşünce ormanın derinliklerinde, uzun çam ağaçlarının beyaza bürünmesinde kartpostalları kıskandıracak görüntüler peyda olur. Kar kalkıp da yerini baharın ilk tomurcuklarına bıraktığı anlar yeryüzü rengârenk bir gökkuşağını andırır. Taşkaya’nın kuzey yamaçları yeşil zeminin üstüne bembeyaz papatyalarla süslenir. Aralarındaki gelincikler uzaktan bakıldığında bayrağımız dalgalanıyor izlenimini verir. Güneyinde renk renk boy atan zambaklar karşılar papatyaları. Ovaya inince gülü, sümbülü, lalesi velhasıl bin bir çeşit renk cümbüşü baharın habercisi olur. İki dağın arasına kurulan bu vadinin ortasında yılan gibi süzülen ince, sığ bir ırmak akar gider. Bir de köyümüzün olmazsa olmazı Hacı Ana türbemiz vardır. Burası yaz kış demeden ziyaretçi akınına uğrar. Hele de çocuk sahibi olmak isteyip de olamayanların bir numaralı uğrak yeridir. Türbe ile ilgili çeşitli rivayetler yıllardır dilden dile söylenir, kulaktan kulağa işitilir. Ama gelin görün ki daha birisinin burada şifa bulduğu görülmemiştir. Nedense türbeden fayda görenler hep eski zamanlarda yaşamış, çokça yaşlı kişilere atalarından hikâye edilmiş, adı sanı bilinmeyen kimseler olarak kalmış kişilerdir. Buna rağmen değerinden hiçbir şey kaybetmemiştir. Kim bilir belki de yüzyıllar boyu sadece bir efsane olarak kalacak.

***

Boran Emmi; güneş henüz tepeye varırken iki katlı ahşap, ön yüzünde bir sürü penceresi olan, küçük bir konağı andıran evinin avlusundaki sedire uzanmış, kahvesini yudumluyordu. Sedirin kenarlarına diktiği gül fidanlarını seviyor, bir yandan da televizyondan gelen ince bir sese kulak vermiş, sigarasını derin derin çekiyordu. Televizyondaki ses şüphesiz Sezen Aksu’nundu. Dudağını oynatıp hafiften eşlik ediyordu. Geniş avlunun her yerinde yankılanan ses, Boran Emmi’ye bir konserdeymiş hissi veriyordu. Boran Emmi; elli beşine gelmiş ama hâlâ dik duruşlu, ince bıyıklı, vücuduna oranla uzun bacaklı biriydi. Yanakları dolgun, gözleri bu yüzden biraz içe geçmiş gibi görünen bir yüzü vardı. Kaşları da bıyığı gibi ince uzanıyor, gözlerinin üstünde kara benekler gibi görünüyordu. Atalarından kalma birkaç parça toprak sahibiydi. İşini, ekmeğini takip ederdi. Kimsesin tavuğunu kovalamaz, harcı olmayan işlere asla dâhil olmaz, bu yüzden de civarda sözü geçen, az çok parası olan, hâlinden memnun, kendinden emin bir insandı. Bütün bunlardan dolayı yaşına pek uygun olmasa da “emmi” lakabını almıştır. Televizyondaki şarkılar ha bire dönüyor, değişiyor ama Boran Emmi’ye hissettirdikleri duygular sabit kalıyordu. Gözlerini, geniş avlusunda gezdirirken oğlunun anlamsız oyun çabalarını gülerek izliyordu. Halit, çiçeklerin dibindeki toprakları eşeleyip kamyona dolduruyor, sonra da avlunun ortasında bir tepe gibi yığıyordu. Boran, tam kalkacaktı ki kapıya taktığı keçi çanları akordu bozuk bağlama gibi kulağı tırmalayan bir gürültüyle çaldı. Gayri ihtiyarı şekilde başını çevirdi. Kapı, büyük olduğu için yavaş yavaş açılıyor, arkasındaki gizemli kişi bir türlü görünmüyordu. En nihayetinde tok bir ses televizyonun sesini bastırarak konuşmaya başladı:

“Yahu Boran Emmi, şu kapıyı ya değiştir ya da sök at da kurtulalım şu eziyetten. Han kapısı sanki mübarek itekle babam itekle! Açılmak nedir bilmiyor.” diye sözünü tamamladıktan sonra, kısa boyu ve yüzünden önce göbeği görünmüştü. Geniş yüzünün içinde gözleri küçücük, burnu biraz daha büyüktü. Yeni tıraş olduğu saçını taramasından belli oluyordu.

“Gel Mehmet gel. Söylenip durma. Buraya anca böyle kapı gerektir ne yapalım. Ama söküp atma fikri aklıma yatmadı değil. Bunu bir düşünmeli.” deyince ikisi de gülüşmeye başladılar. Mehmet de çoktan Boran Emmi’nin yanına oturmuştu bile. Boran, avluda oynayan oğluna seslendi: “Koş bakalım Halit, annene söyle kahve yapsın bize. Köpüğü bol olsun ha!”

Halit, kamyonunu tepenin üzerinde bırakıp koşmaya başladı. Üstü başı toz toprak içindeydi. Mehmet, “Baya büyümüş be Halit.” diyecek oldu ama sesi çıkmadı. Sanki gizli bir el ağzını sıkıca kapatıyordu. Boynunu büktü, gözlerini kıstı, büyük bir kederle arkasından bakakaldı. Boran, onun bu hâlini görünce yine pek hayırlı bir vaziyet olmadığını sezinlemişti. Kahvesinden bir yudum daha aldı, yeni kahve geleceği için fincanı kenara itekledi. Oturduğu yerden biraz doğruldu. Sol ayağını uzattı, sağ bacağını dizinden kırıp elini askıya aldı ve tespihini şiddetle çekmeye başladı. Mehmet, onun bu tertibini görünce konuşması gerektiğini anladı. Çünkü bu hâl dilinde: “Anlat bakalım, meramın nedir?” demekti ve herkes iyi bilirdi, Mehmet de gecikmedi:

“Boran Emmi, ah Emmi ah dert bir değil hangisini diyeyim ki?”

“Anlatırsan bir eksilir. Bismillah bakalım.”

“Öyle diyorsun da Emmi, anlatmak da çare değil. Elden bir şey gelmeyince konuşmak da külfet oluyor insana. Başımı koyuyorum, uyku yok. Uyanıyorum, elde yok; avuçta yok. Ne yapayım yine kalktım geldim seni buldum.” Sözünü tamamlayınca, Emmi onun sesindeki çaresizliği iliklerine kadar hissetmişti. Sözcükleri zorla çıkarıyor, konuşurken sabit bir noktaya bakıp kalıyordu. Bunlar hep yokluktan hep zorluktan oluyordu, bu işleri iyi bilirdi. Emmi, onun daha da çözülmesi için sufi bir şeyhin ses tonuyla ince ve davetkâr bir şekilde söze girdi:

“İyi yapmışsın elbette. Bizim atalarımız dert ortağıydı Mehmet. Tabii bana geleceksin. İyi yapmışsın. Sen tasalanma ölümden gayrı her şeye bir çare vardır muhakkak. Başında da ölüm olmadığına göre çaresi bulunur demektir. Sen bu kadar kendini yorma hele bu dünya telaşına, her şey gelip geçiyor. Bak, daha düne kadar babalarımız da vardı!”

“Bilmem mi Emmi. Rahmetlilerin mekânı cennet olsun. Eyvallah Emmi!” dedi ve cümlesini tamamladıktan hemen sonra, kahvelerin geldiğini görünce sustu. Bir an önce baş başa kalıp asıl konuya girmek istediği aceleci hâlinden anlaşılıyordu. Kahveyi neredeyse bir dikişte bitirecekti ki Boran, “Yahu dur hele, boğulacaksın!” diyerek güçlükle dizginleyebildi. Boran’ın eşi çekildikten sonra Halit de içeri girmişti. Artık gönül rahatlığıyla konuşabilirsin der gibi gözlerini kırptı Boran ve Mehmet anlatmaya başladı:

“Sene olmuş iki bin, biz hâlâ garibanlığın pençesinden kurtulamamışız Emmi. Her hareketlenmemizde pençenin kıyıcı yüzüyle bir kez daha karşılaşıyoruz. Her defasında pençe kalbimize kalbimize saplanıyor. Lanetlendik mi ne ettik aklım ermiyor. Üzerimizdeki bulutlar bir türlü dağılmıyor, daima karanlık hep karanlık.”

Emmi, sufi bir şeyh gibi devam ediyordu:

“Hangi gecenin sabaha dönmediği gördün? Hangi karabulutun ardında sakladığı güneşi çıkarmadığını gördün, söyle bakalım.”

“Doğru dersin de Emmi bunlar hep laf. O sabahlar da o güneşler de bize doğmuyor. Kimlere doğduğunu iyi bilirim amma neyse yeri değil! Hele konumuz hiç değil!” Köse de aksine ele avuca sığmayan bir talebe gibiydi.

“Öyleyse söyle bakalım derdini de dermanını konuşalım bir an önce.”

 

Burak Akbaş

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

4 Yorumlar

  1. Emeğinize dilinize bileğinize yüreğinize sağlık Hocam. Devamı sabırsızlıkla bekliyorum başarılarınızın devamını dilerim çok güzel bir eser olmuş

  2. Burak AKBAŞ says:

    Teşekkür ederim düşünceleriniz için hocam sağ olun.

  3. Elinize yüreğinize kaleminize sağlık sayın hocam yine çok guzel bir eser yazmışsınız sizin oraları daha da çok merak ettim ?

  4. Burak AKBAŞ says:

    Teşekkür ederim hocam 🙂

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.