Öyküler

Mozaik Pasta

Bugün onun doğum günü. Bugün güzel, bugün acı, bugün yaralı…  Onunla ilgili her şeyi;  gülümseten, acıtan bütün hatıraları toprağa gömdüğümü, onu geride bıraktığımı düşünmüştüm “…ne ölün ölüme ne dirin dirime…” dediğim zaman.

PTT kargo kuyruğundayım. Bir hafta önce bugün için ona beğeneceğini düşündüğüm bir şeyler sipariş etmiştim. Kırtasiyeden aldığım üzerinde kalp desenleri olan ciltle kaplayacağım. Mektup zarfımın rengi pembe. Biz en çok pembeyi severiz. Hayallerimiz var, İstanbul’a gideceğiz. Bir İstanbul kartpostalı da iliştirmiştim mektubun içine. Güzel oldu bence diyorum kendi kendime. Hazırladığım paket elimde, onun alınca nasıl mutlu olacağını hayal ediyorum. Çocukluktan kalma, çocukça bir tebessüm yüzümde.

Dünyaya benden bir yıl sonra gelmiş. Boyu benden uzun. Nedendir bilmem; çocukluğumdan beri güzellik bahsinde onun esmer teni, çekik gözleri ile rekabet edemeyeceğime dair bir inancım var. Onun da buna rağmen benimle rekabet edemeyeceğine dair inancı…

O, on iki yaşındaydı; ben on üç yaşındaydım aynı erkeğe âşık olduğumuz yaz. O yaşta aşk neydi bizim için hâlâ bilmiyorum. Çocukça bir oyundu belki. Televizyonda hayranlarının popstarlara âşık olduğu dizilerin yayımlandığı zamanlar. Hayallerimiz de bir nevi öyle ulaşılmaz işte. İkimiz de Kerim’e vurgun. Yaşından olgun davranan, esmer tenli, ceylan gözlü komşumuz Kerim… Beraber bizim apartmanın garajında top oynardık. En güzel yaz tatillerinden biriydi. Bu yazı Şeyma bizimle geçirecekti. Tatilde neler yapacağımızı mektuplarımızda uzun uzun konuşup planlamıştık. Yazın en güzel tarafı ikimiz için de Kerim ile daha çok vakit geçirecek olmaktı aslında. Ben kıskançtım.  Kimi kimden kıskanıyordum tam olarak emin değildim. Biri en sevdiğim, her şeyim kuzenim, diğeri ise âşık olduğum kişi. O bir şey demiyordu ama seziyordum. İkimiz de ona… Kendimi tutamadığım bir gün onu sıkıştırıp “Kerim’e aşık mısın?” dedim. Sustu. Gözleri suç işlemiş gibi yerde bir noktaya kilitlendi. Sesi sokak boyunca şakıyan kuzenim sustu. Suskunluğu şüphemi onaylamaya yetmişti. Paylaşamadığımız kıymetli bir oyuncaktı sanki. Paylaşmıyorduk. İçimizden biri “Senin olsun.” diyemedi. Belki diyebilirdik, kanlı canlı bir oyuncak olmasaydı aramıza giren. Kanlı canlı; her hareketiyle, bazen bir gülüşüyle dengeleri değiştiren bir oyuncak olmasaydı. Sanırım dostluğumuz ilk ve en büyük darbeyi o günlerde aldı.

Mutfakta telaşla pasta hazırlıyoruz. Yine bir doğum günü, yine onun… Dünyada ondan başka doğan yokmuşçasına bir özen. 96 senesi. Bayram tatili. En sevdiği çikolatalı, bisküvili mozaik pastayı hazırladım. Küçük bir hediye aldım ama büyük bir kutuya koydum. Arkadaşça bir şaka. Zamanın moda şakası. Paket büyük,  içindeki küçük. Ne saçma bir düşünce, bir çeşit eşek şakası.  Büyük paketi görünce çok sevinmişti. Hızlı bir şekilde paketi açmaya çalıştı. Her paketin içinden yeni bir paket çıkıyordu. Heyecan giderek terk ediyordu yüzünü. Paket şakasının yarattığı hayal kırıklığının ardından hediyeyi görünce sevinç yeniden kondu yüzüne, gözlerinin içi parladı. Mutlulukla bana sarıldı. Ben de ona… O gün ne çok eğlenmiştik. Bağıra çağıra şarkılar söylemiştik.

“Heyecanlıyım daha yolun başındayım, hep yanımda ol aşkına sevdalıyım…”

Yolun çok başındaydık. Yaşımız on dört. Hayatı tanıdığımızı sanıyoruz. Kendimize güveniyor, uzun uzun hayaller kuruyoruz. Ben mimar olmuşum. O ise hep hayal ettiği gibi kolay yoldan iş sahibi olmuş. Kasiyerlikten şirket müdürlüğüne atladığı hayaller…

Şimdi telefonu elime alsam, arasam. Numarası bile kayıtlı değil telefonumda.  Antidepresanlarını düzenli kullanıyordur inşallah. Dikkat ediyor mudur kendine?

Son konuşmamızda kendinde değildi. Beni hayatını mahvetmiş olmakla suçluyordu. Biliyordum sağlıklı düşünemediğini. Yine de içimi kemiren bir ihtimal. Gerçekten öyle miydi? Fakat onu artık toparlamaya gücüm kalmamıştı. Sineye çekmek, susmak, artık onun saçma sapan davranışlarına katlanmak istemiyordum. Gece üçe kadar telefonda tartışmıştık.  Benim için öyle bir noktaya geldi ki sen benim için öldün, dedim; ben de senin için öldüm…  Arama bir daha… Ve telefonu kapattım.  Ağladım bir süre.  Sonra telefonuma bir hastanenin acil servisinden fotoğrafı geldi. Midesi yıkanmıştı. Demek o kadar çaresiz hissetmişti. Ben onun çaresizliğine, yalnızlığına merhem olamamıştım. Sabaha kadar onun iyi olduğuna dair haber bekledim durdum. Durumu iyiydi ama ilaçların ağır yan etkilerine karşı müşahede altında tutulacaktı.  O gece yaşananların bizi birbirimize kenetleyeceğini düşündüm ilkin. Ama olmadı. Durup düşününce ondaki bu on dört yaşından kalma dikkat çekme, hep ilgi gören olma hâlinin beni ondan bir parça daha uzaklara attığını fark ettim. Ne yapsam dostluğumuz daha iyi bir noktaya ulaşamadı.

Tatillerde bize geldiği zaman illaki beraber uyumak istediği için duvara dayanan vücudumu pestile çeviren kuzen, kuzenden öte kardeş değildi artık o. Şikâyet etmek hiç aklıma gelmezdi.  Öyle bir şeydi aramızdaki. Her tatilin planı önceden yapılırdı. O para konusunda iyi değildi hep olduğu gibi. Bense tutumluydum, hep olduğum gibi… Bize geldiğinde dostluğumuzun ekonomisi benden sorulurdu. Az az verirdim ona parasını. Her günkü bütçemizi ben ayarlardım. Bana güvenirdi, ben de ona. Biz ne ara böyle olmuştuk? Gerçekten Kerim miydi aramıza giren? Kerim’le evlendiğimiz gün şehir dışında olması tesadüf değildi elbet. O günlerde hissettirmemeye çalışsa da bu evlilik belki de onu en çok yıkan şeydi. Onun hayatındaki ilk ve belki en büyük yenilgi buydu. Kerim’e olan tutkusunun şiddetini o günlerde o da bilmiyordu muhtemelen. Çünkü  küçüktük. Çocukça bir şeydi ondaki. Hep öyleydi. Ben neye elimi uzatsam gözü onda olurdu. Unuttu, önemsemedi sanmıştım. Yılda bir kez bile görmediği birine bu kadar bağlanması mümkün görünmemişti bana.

Hayallerimiz gibi ayrı dünyalarımız vardı. Para onun için çok önemliydi her zaman. Ben ise saf, Yeşilçam’dan fırlamış bir Hülya Koçyiğit romantizmine sahiptim. O güç için, para için sevdiği her şeyi terk edebilecek bir yapıdaydı. Bugün daha iyi görüyorum bunu. O, beni ve sahip olduğu her şeyi hırsı için terk etmişti.  Bu uğurda her şeyini de kaybetti. Çalıştığı şirkette yükselmeyi beklerken acımasız rekabetin stresine dayanamayıp sinir krizi geçirdi bir gün. Sonrası hep çöküş…  Bir süre Bakırköy’de tedavi gördü. Psikiyatri günleri yıllara uzandı. Kliniğe ara ara yatan bir hastaydı artık. En son klinikte tanıştığı biri ile nişanlanma teşebbüsü teyzemin ve bütün ailenin engeline takıldı. Kim olduğu bilinmeyen ve hastalığının getireceği muhtemel felaketler öngörülemeyen biriyle evlenmeyi planlıyordu. İkisi de hastaydı. Bipolar tanısı konulmuştu ona. Klinikten çıkar çıkmaz telefon numarası değiştirildi. O genci bir daha göremedi. Sonrası yokuş aşağı giden hayat grafiği. Sinir krizleri, sürekli iş değiştirmeler… Hedeflerini vuramamış bir yaşam…

Bugün onun doğum günü… Buruk, hüzünlü, hastalıklı bir gün. Yüreğimde senelerdir beni boğan bir ihtimal… Acaba… Ben mi?..

 

 

Züleyha Yılmaz

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.